kalbiselim duygularımla.....
  Edep
 

Allah'ın Resûlü şöyle buyuruyor:

 

         "Hiçbir baba evladına güzel edepten daha değerli bir armağan ve daha önemli bir miras bırakamaz." Ve yine şöyle buyurur Efendimiz: "Her dinin kendine göre bir ahlâkı vardır. İslâm'ın ahlâkı ise hayâ(utanma)dır." Allah ve Resûl yolunun âşığı Mevlânâ ise, şöyle seslenir: "Efendi! Anla ki, insanın tenindeki can ne ise edep de odur. İnsanların kalbindeki, göğsündeki nurlar edepten ibarettir. Ayağını İblis'in kafasına koymak, ona hâkim olmak istiyorsan gözünü aç, anla ki şeytanı öldüren edeptir."
Müslümanlar iyiliğin yayılması ve kötülüğe mani olunması ana görevlerini terk edip, şer odakları ise, her cepheden gemi azıya alınca, edebin yayılma ve sevdirilmesini de terk ettiler. Eğitimde Adab–ı Muaşeret Dersleri kaldırılıp, Din Dersi haftada bir saate indirilince edep vicdanlarda mahkûm hâle getirildi. Sadece nasihatlerde değil, fıkra ve nüktelerde, hatıra ve sohbetlerde, göz nuru ile, besmele ve salâvatı şerifelerle hazırlanmış, birbirinden güzel levhalarda hep edep konuları işlenirdi. En azından nesillerde bir kulak dolgunluğu meydana gelirdi. İnce siyaseti, marangozluğu, her alandaki muazzam hizmetleri yanında aynı zamanda iyi bir hattat olan cennetmekân Sultan II. Abdülhamid Han da sülüs hattı ile "Edeb Yahu" levhasını kaleme almıştı. Toplumun her kesimi buna yardımcı olur, ana babanın verdiğini okul tamamlardı. Bugün okulda maalesef eğitim yok, kuru bir öğretim var. Ardından dershanelere malzeme hazırlar gibi talebe sevki başlıyor. Okuma yazma ile beraber başlamayan ve bütün öğretim kademelerinde devam etmeyen edep ve ahlâkî eğitimin meydana getirdiği nesil gözler önündedir.
Otobüste büyüğüne yerini vermemek için pencere kenara çekilip, uyur numarası yapan, daha bacak kadar boyu ile, okul çıkışı ağzına yerleştirdiği sigarası ile kız arkadaşı ile sarmaş dolaş kol kola giden, yaka paça açık, gömlek ve kravat bir yandaki tipler ne uzaydan geldi ne de başka ülkelerden. Bunlar âdâb–ı muaşereti ders olarak okulda, evde ve iş yerinde terk etmemizin hazin neticesi değil midir? Âdâb–ı muaşeret yani İslâmî görgü kuralları sadece nezaket değil bir mecburiyet ve insan olmanın gereğidir.
Allah korusun insan bir kere hayâ perdesini yırtınca yaptığının neticesinden korkmaz, hesap kitap aklına gelmez. Hayatı artık hayvanileşir belki ondan bile beter olur. Kimsenin kınamasından çekinmediği gibi, insanlara kötülüğü meslek edinmeğe başlar, menfaatine az da olsa dokunan muhataplarına saldırır ve düşman olmaya başlar. Böylesine hiç acınmadığı gibi kalplerin ona sevgi duyması ve güvenmesi imkânsız hâle gelir. İşte henüz gençliğinin baharında olan, yığın yığın insanımız kendiliğinden bu hâle gelmiyor. Çevremizde olan mânevî yangına bigâne kalamayız. Her Müslüman sorumluluğunu takınmalı, sade kendi çoluk çocuğundan değil, mahalle ve komşusunda olan çocuklarla da, çok güzel diyalog kurarak, edebin korunması için mum gibi erime pahasına, etrafını nurlandırarak hatalı hareketleri en münasip tarzda düzeltmeye, küsleri barıştırmaya, insanları kaynaştırıp sevimli olmalarına gayret göstermelidir. Yoksa meydana gelen ve yüreğimizi burkan hâdise ve sözlere ah vah etmek veya devekuşu gibi görmezlikten gelmek, zarardan kurtaramayacağı gibi, bir mâna da ifade etmeyecektir.

 

Ebû Saîd el–Hudrî diyor ki:

          "Resûlullah hayâa bakımından kendi köşesinde oturan bakireden daha utangaçtı. Hoşlanmadığı bir şeyi gördüğünde hoşnutsuzluğunu yüzünden anlardık." Her hareketlerinde ölçülü idiler. Hazreti Osman huzura girdiği zaman Efendimiz toparlanıp kendine çekidüzen verince yanındaki sahâbe sormuştu: "Ey Allah'ın Resûlü diğer sahâbe girince bu derece davranmadın. Sebep nedir?" Efendimiz şöyle cevap verdi:

"Osman çok hayâlı bir zattır. Kendisini peştamallı içeri alsaydım bana arzusunu açmayabilirdi." Diğer bir rivayette Hazreti Aişe'ye şöyle demiştir:
"Meleklerin hayâ ettiği kimseden ben hayâ etmeyeyim mi?" Efendimiz birisinin kendisi hakkında bir şey söylediğini duyunca kesinlikle isim vermeden ve onu ima etmeden "Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar." derdi.
Amellerin bile ihlâs derecesi, edebe son derece riayetten geçer. Cenab–ı Hak ibadetlerimize hâşâ muhtaç olmadığına göre, bütün salih amellerde edebe riayet, kulu onun kabulüne yaklaştırır. İmanın kemâli, ibadetlerden apayrı bir huzur ve sürur elde edilmesi, ancak âdâb ve erkânına riayetle, yerli yerinde ifası ile olur. Onun için âdâb ve erkânı ayrıntı ve fazlalık gibi görenler her an şeytanın tuzağına düşüp, daha büyük taviz verecek ve ancak şeytanı sevindireceklerdir. Büyük zatlar şöyle buyurmuşlardır:
Az günahı az sanma kime karşı ona bak
Az nimeti az sanma kimden gelmiş ona bak

 

Abdullah b. Mübarek şöyle der:

         "Edebi küçümseyip önem vermeyen, sünnetlerden mahrumiyetle cezalandırılır. Sünnetleri küçümseyen, farzlardan fire vermeye başlar. Farzları küçümseyen marifet–i ilâhiyyeden mahrum olur." Bir zamanlar adı diyar–ı Rum iken İslâm'la şeref bulduktan sonra Anadolu ismini alan bu güzel diyarın nasıl Müslümanlaştığını nesillerimize belletmek mecburiyetindeyiz. Hanımları "Baciyan–i Rum", esnafı "Ahiyan–i Rum" ve kötü huylarını iyiye, geçici varlılarını ise gerçek varlığa tebdil eden insanları da, "Abdalan–i Rum", yani Anadolu'nun hâlis kulları sıfatını alarak sevgi, muhabbet ve sadakatle bu toprakları elde etmişlerdir. İşte Abdalan–i Rum Ocağı'na mensup ve Alanya'da doğan 14. yüzyıl tasavvuf şairlerimizden Kaygusuz Abdal bakın edebin değerini mısralarına nasıl yansıtıyor:

Ey özünü insan bilen
Var edeb öğren edeb
Ey edeb, erkan bilen
Var edeb öğren edeb

Gel hakka olma asi
Ta gide gönlün pası
Dört kitabın manası
Var edeb öğren edeb

Edeb gerektir kula
Ta işi temiz ola
Edebsiz girme yola
Var edeb öğren edeb

Gaflet içinde uyan
Edebsiz olma ey can
Edebdir asl–ı iman
Var edeb öğren edeb

Kaygusuz Abdal uyan
Aşkı bil aşka boyan
Şöyle demiştir diyen
Var edeb öğren edeb


Büyüklerin hayatını yakından inceleyiniz. Her nefesi, son nefes olacakmış gibi hareket eder, kimseyi kırmaz, herkesle hoş geçinir, son derece kibar hareket ederlerdi. Şöhretten ve yağcılıktan hoşlanmaz, şekle takılıp kalmaz, yüzlerinden tatlılık eksilmezdi. Kur'an'a son derece saygılı davranır, onun sadece düzgün okunuşuna değil mealini de kavramaya gayret ederlerdi. Hareket ve tavırları son derece ölçülü sadece insanlara değil diğer bütün mahlûkata karşı şefkat ve merhamet sahibi idiler. "Seversen Subhan'ı, incitme hiçbir canı" der ve her şeyde güzel tarafı görmeye çalışırlardı. Ama bu derece tatlı muamele, bilerek din düşmanlığı yapanlara karşı, onları her şeye peki demeye asla sevketmezdi. Uysal koyun olmaktan Allah'a sığınır ve zulüm karşısında aslan kesilirlerdi. Gururla vakarı, tevazu ile zilleti, düşmanlıkla dostluğu çok iyi ayırır ve korurlardı. İşte bunlar Sünnet'in sadece küçük bir parçasıdır.

Resûl–ü Alişan Efendimiz İbn Mâce'de geçen bir hadis–i şeriflerinde şöyle buyurur:

         "Allah bir kulunu helâk etmek isterse ondan hayâsını alır. Hayâsı alındığında onu hep uğursuz bulursun. Onu hep böyle bulduğunda emanet duygusunu da yitirir. Yitirince onu hep hain olarak görürsün. Onu bu hâlde görünce merhamet duygusunu da kaybeder. O bu hâle düşünce onu kovulmuş bir hâlde bulursun. En son onu öyle bir hâlde görürsün ki İslâm halkası artık onun boynundan alınmıştır." Demek ki insan her iş ve hareketinde hakkın emrettiği şekilde olacak; nefsin, şeytanın oyunlarına karşı dikkatli olmakla beraber dilinden istiğfarı, kalbinden hamdi ve salâvatı eksik bırakmayacaktır. Cemiyetimizin içinde bulunduğu acıklı durum, batıya özenerek, nefse ve sadece akla güvenerek edepten uzaklaşmaktan başımıza geliyor. Sonra şiirde ve nesirde edebî eser meydana getirirken de ölçüyü kaçırmamak esastır. Her türlü konuşma ve yazı hayatında insanları bıktırmaktan, kendini veya yüzüne karşı birilerini methetmek veya intikam hissi ile konuşmaktan kaçınmalıdır. Allah'ın Resûlü şöyle buyurur:
"Sadece insanların övgülerini kazanmak üzere edebiyat öğrenen kişilerin kıyamet gününde farz ve sünnetlerini Allah kabul etmez." Ve cemiyetimizin bugünkü hastalığını Efendimiz şöyle teşhis eder:
"Allah davarın geviş getirdiği gibi kelimeleri ağzında çiğnemek sûretiyle edebiyat yapmaya çalışanları sevmez." İnsanı hem Cenab–ı Hakk'ın hem de insanların indinde değerli kılan edebin, altından çok kıymetli olduğunu bilen geçmiş büyüklerimiz şöyle demişlerdir:

Ehli diller arasında aradım kıldım talep
Her hüner makbul imiş illa edeb, illa edeb

Gelin birlikte bir dua ile sözümüzü noktalayalım:
"Ey Allah'ım! Bana hayırlı ömür, beden sıhhati, gönül selâmeti, güzel afiyet, geniş rızık, sana ve Resûlüne teslim olmuş bir edep, zalimlerin elinden kurtuluş, insanlara minnet etmeden yaşama, Kur'an'da anlayış, salim iman, bütün hâllerimi kaplayan bir afiyet ve kıyamet gününe kadar Müslüman kalacak ihlâs ve güzelliği nasip et. Ey acıyanların en acıyıcısı! Rahmetinle duamı kabul eyle. Âmin!..

 
  Bugün 10 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı!  
 
Copyright © 2008 kalbiselim.tr.gg
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol